24 Aralık 2015 Perşembe

Soluk Bir An

   




    Birazdan kelimeler dolusu yazacağım yazıma şunları söyleyerek başlamak istiyorum; belki de çok fazla sevmemiş biri olarak ne pahasına olursa olsun sevmiş birinin hislerini, üzüntülerini, gülüşlerini, iç yıkıntılarını anlatacağım. Kim bilir belki çok fazla değil çok derin sevmişimdir. Aslında hangi zaman dilimini kullanacağım konusunda bile kararsızım; sevmişimdir (sevdim mi bilmiyorum), sevdim (artık sevmiyorum), seviyorum (içimde hala bulunan közler var)... Ama şuna inanıyorum ki yaşımız kaç olursa olsun her birimiz birileri tarafından sevildik ve en çok da sevilmedik. Bu hikayede bir kıyıda kendini bulursan; kendinden izleri, hisleri, kelimeleri, bakışları veyahut her ne bulursan yoruma kendinden bir parçayı iliştir. Bulunduğumuz ortak hisler aynı yaralara dokunur belki; kah yaramıza tuz basarız, kah yaramızın üzerini büyülü bir örtü ile örteriz.Bazen hayal olarak yazdıklarımı öylesine çok içimde yaşıyorum ki sanki o yazdıklarım gerçekmiş gibi oluyor hayatımda ama bazen kurgularımın içinde bir çimdik gerçek hayattan alıntılarda olmuyor değil. Hepsi birbiri ile kenetli. Bu hikayenin gerçekliği hakkında ne kadar bilgi veririm bilmiyorum, içimden ne gelirse onu yazıyorum. Gerisi sizin hislerinize kalmış. 

            . . . 
   Günlerden klasik bir Pazartesi. Sendrom henüz kapı aralığından göz kırpmış değil. Ama telaşlı koşuşturmacalarım daha adımımı dışarıya ilk atışımda başlıyor. Neden böylesine telaş yaptığımı aslında ben de bilmiyorum ama sanki attığım adımlar arasında bir sır gibi hızla ilerliyor bu telaş. Saçlarım rüzgarda önüme gelince sinir olduğum için genelde şapka takıyorum kafama ve bu soğuk havalar için dudaklarıma olabildiğince nemlendirici ile koruyorum. Her zaman olduğu gibi otobüse ucu ucuna yetişiyorum ve bindikten sonra birkaç kere kontrol edip doğru olduğundan emin oluyorum. Aslında bu huyum öylesine sinir ediyor ki beni; mesela çantamda olduğunu bildiğim halde sürekli kitabımın yerinde olup olmadığına bakıyorum, cebimdeki öğrenci kartlarını montumun üstünden yokluyorum bazen, cüzdanımın içinde günün birinde kendime motive amaçlı yazmış olduğum notu kontrol ediyorum. Halbuki bunların hiçbirini defalarca yapmama gerek yok! Ayaklanıp da; "hadi ben kaçtım." diyecek halleri yok ya! Her defasında kendime şiddetle kızmama rağmen her defasında da ısrarla yapıyorum bunu. Ah bu ben! Hemen sırtımı yaslayabileceğim uygun bir yere geçip defalarca kontrol ettiğim kitabımı elime aldım. Yine dışarıya bakıp hangi sayfada kaldığımı tahmin etmeye başladım; 70? 72? O sayfalara göz gezdirip tanıdık kelimeler aradım okuduğuma dair. Aslında bir dünya kitap ayracım var; renk renk, manzaralı, demirden yapılma, mıknatıslı. Hepsi de birbirinden güzel benim için. Ama neden onları kullanmıyorum sorusunun cevabına gelecek olursam; yine günün birinde kitap ayracını elimde tutup kitabımı okuyorken eve geldiğimde kitap ayracımı ne kitabın arasında ne de çantamda bulabildim. Küçük bir problemdi ama ben çok üzülmüştüm. "Kızım bir ayraca sahip çıkamadın kendini de kaybedersin sen." diye kendime çok söylenmiştim. O zamandan beri yolculuk sıralarında ayraç koymamaya başladım. Her gün o sayfayı okudum, bu sayfayı okumadım, şu kelimede kaldım diye beyin fırtınası yapar oldum. Sonra "Taner'in içinin tamamen Esra ile dolduğundan beri hafiflediğini hissediyor." Cümlesi aklıma geldi ve hızlı hızlı gözlerimle o cümleyi arayıp buldum. Behçet Çelik'in Soluk Bir An kitabını okuyorum. Ve kesinlikle oradaki Taner karakterinin ben olduğumu düşünüyorum. "Umutsuz tutkun." Aslında hepimiz biraz umutsuz ve birilerine tutkunuz. Ve tutkunu olduğumuz kişilerin kurduğu cümlelerin tek bir harfinde bile yokuz. Mesela sen bin sıkıntı ile seni seviyorum dersin ya da sana tutuklu kaldım dersin ( ki ben sevmek ile sevdalanmayı hiçbir zaman aynı teraziye koymam) ama o Londra'nın ticaretinden, evlerinden ya da kültür farklılığından, havanın soğukluğu nedeni ile üşüdüğünü dile getirir. Sen yine de Londra'daki bir ev, bir ülkenin koskoca kültürü ve onu ısıtacak bir örtü olmak istersin.
   Kendimi tamamen kitaba kaptırmış tek nefeste okuyorken bir el kitabıma uzandı elinde bir ayraç ile. Kafamı kaldırıp o uzanan elin sahibine baktım ve ağız dolusu bir gülüş yerleştirdim yüzüme. Şimdi düşününce keşke teşekkür edip onun elindeki kitap hakkında konuşsaydım diyorum ama o an bütün duyguları karışık bir baharat tarzında yaşıyordum; sevinç, heyecan, dileğin gerçekleşmesi, birinin aklını okumuş olma ihtimali, neden ayracı öylece kitabıma bırakması vs. kitabı okumayı bırakıp bunları düşünmeye başladım gözlerimi ayraçtan ayırmadan. Ama bu düşüncelerin fazlasıyla beynimi kemirmesine izin vermedim. Çünkü daha sabahın körüydü ve akşama kadar milyonlarca kemirgen düşünce kuyruk oluşturmuştu. Otobüsten inip meraklı gözlerle etrafıma bakındım; etraftaki harekete ayak uydurmaya çalışıp, insanların hangi yöne daha fazla koşuşturduğuna dikkat ettim. Fazla yoğun olan kısma karar verdikten sonra tam tersi yöne doğru adımlar atmaya başladım. Çünkü kalabalıktan nefret ederim, zorunda kalmadığım süre zarfında bulunmam da. Kalabalık demek; bir sürü kelime, nefes kıtlığı, fazla bakış, zorunlu muhabbet demek benim için. Cebimden telefonu çıkarttım kilidini açıp sonra yeniden kitleyip yerine koydum. Aslında amacım saate bakmaktı sonra yeniden bu eylemi tekrar ettim ve gitmem gereken yer için 1 saat kadar vaktim olduğunun farkına vardım. Gözlerimi telefondan ayırdığımın hemen ardında gözüme ilk takılan kafeye girip en uç köşeye oturdum. Göz ucu ile etrafa göz gezdireyim derken yıllardır adım gibi ezberlediğim bir çift kahverengi göze takıldım. Omuzları hala aynı genişlikte, yine üzerine oturan bir gömleği ve o sıcak ellerinin altında kitabı vardı. İçim titredi. Sanki o an Balkanlardan gelen soğuk hava benim kalbimi, nefesimi, ellerimi dondurdu ve tabi bakışlarımı da. Ve bakışlarımı hiç çekmedim üzerinden; gözleri, elleri, nefesini bile hissetmiştim sanki o an. Hiç değişmemiş ama farklı bakıyor gözleri. Sonra acele ile kendime oyalanacak bir şeyler buldum. Not defterimi çıkartıp titreyen ellerimle; "Yıllar sonra bugün, hiç görmem diyorken, görmesem de olur, nasıldı derken şimdi çaprazımda; bir ses uzağımda oturuyor." yazdım. Ve cümleye noktayı koyduğum gibi hayali ile yanıp tutuştuğum ellerini karşımdaki sandalyenin başında yan yana gördüm. "Sen" dedi. Etkileyici kalın sesi ile;"Bu bakışları biliyorum." Hemen içimdeki fırtınayı kocaman bir sessizliğe boğup; "Pardon, tanıyamadım, kimsiniz?" diye yanıtladım. Sandalyeyi geriye doğru çekip oturdu, rahatsız olmuş tavrımı yerleştirdim yüzüme. Kekeleyerek özür diledi benden, geçmişte beni elinin tersi ile itişlerinden, duygularımı hor görüşünden. Sevmediği için binlerce kez özür diledi benden. Nasıl olur da beni tanımadın diye sordu bana özürlerinin sonunda. İşte o zaman gözlerimi masadan ayırıp onun üzerine kondurup; "Sen bu sözü seni adım gibi ezberlediğimde; nefes alışına bile tutulduğumda, cümlelerini tahmin ettiğimde sen bana söylemiştin ve hep diretmiştin beni tanımıyorsun diye. Şimdi seni tanımamak senin üzerinde çok iyi duruyor." dedim. Farklı şehirde rastlaşmıştık, eskiden olsa tüm yollar ona çıkıyor diye sever bir kelebek misali o çiçekten bu çiçeğe konardım. Ama olmadı işte. İçim hep buruk kaldı. Duygu sadece bir kız ismi olarak kaldı bende. Ne sevda ne aşk ne üzüntü. Kırık bir cam parçası gibi, ayaklanıp o ortamdan çıktım. Galiba onu ne olursa olsun kaybetmeye dayanamamak, bazen kendimizi kaybetmek pahasına ona sahip olmayı isteyecek kadar onu değerli bulmak; karanlıklarımızı karıştıran aşkı, sevdiğimize duyduğumuz hayranlıkla, beğeniyle, kusursuzluğuyla onun biricikliğine olan inançla sarıp sarmalamak, sevdanın bazen sığlaşan tatlarını aşkın içinde her zaman bulunmayan duygularla zenginleştirmek bizi bir duygu yükü olarak tutan şeydi ve biz onu kaybetmiştik. Gözlerindeki pişmanlığı, sesindeki titrekliği, içinin ağlayışını öyle şiddetli hissettim ki ona sarılıp bir şelale olup taşmak isterken sadece sessizliğimi alıp, hareketlerimin rüzgarını yüzüne çarpıp oradan ayrıldım. Çünkü sarılsam hiçbir şey geçmeyecekti ve geri dönmem için çok geçti.

10 yorum:

  1. Ben çok sevdim bu karakteri.. Belki devamı da gelir ha? :)

    YanıtlaSil
  2. Oh oh uzun bir yazı olmuş tam okuyamadım yine geleceğim... :)

    Ben de beklerim... İyi günler! :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tam olarak okuduktan sonra yine beklerim Mert :)

      Sil
  3. ya bu çok güzel. buldum ya ben senin yazılarını neye benzetiyorum biliyor musun. kara filmlere, kara romanlara. film noir yani. bir film var. my blueberry nights. onun gibi. eski bir detektif var bilirsin. philip marlowe. onu gibi :) sen dark yazıyorsun :) bir de çok güzel "yol yazıları" yazarsın sen. road movie'ler gibi işte. buldum senin tarzınııı :)))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aslında böyle belirli bir tarzım olsun istemiyorum, her şeye bulaşmak istiyorum her türe ama derler ya her şeyden biraz biliyor olabilirsin ama bir tanede usta olursun diye :) Bazen ben de anlayamıyorum benim yazılarım da ne var diye, her seferinde senin gibi bir şeylere benzetiyorum... Yol yazıları he, bir tane çalışayım bakalım yol yazısı üzerine nasıl olacak :) Gerçi bir tane yazmıştım Veda'nın Yankı'sı diye mesela onu çok önce yazdım ama her ayrıntısı aklımdadır hâlâ

      Sil