Sabahları uyanınca gözlerim kezzap
atılmışçasına yanıyor. Sızım sızım sızlıyor hatta, güçbela açıyorum. Uzun
saçlarıma parmaklarımı geçirip arkaya doğru atıyorum. Önce her şeyi bulanık
görüyorum, sonra her iki işaretparmağımı da gözlerime iyice bastırıp siliyorum
üstlerindeki uyku tozunu. Bunu neden her sabah bu kadar dikkatli bir şekilde
yapıyorum bilmiyorum. Sıradan bir eylem değil bu, sanki bir şeylerden
korkarcasına sıkı sıkı bastırıp siliyorum. Yataktan doğrulup bir süre sabit
noktaya bakakaldıktan sonra az evvelki eylemin dünyadaki en saçma ötesi “şey” olduğuna
karar veriyorum. Üstelik bunu neden ısrarla tekrarladığıma dair tek bir geçerli
sebep de bulamıyorum. Sonra, bunca zaman doğru bildiğim ama bugünden itibaren
bana saçma gelen bu eylemi bir daha yapmama kararı alıyorum. Nedense her
uykunun sonunda ana karnından yeni çıkmış gibiyim, yeniden doğuyorum, sanki beni
zorla cenin pozisyonumdan çıkartıp fazla ışıklı bir yere bırakıyorlar. Sonrası…
bir dahaki uyku dilimine kadar koca bir boşluk! Biz suskun kişiliklerin sanki
uyumaktan başka yapacak bir şeyi yokmuş gibi. Tüm işlerimizi sonunda her gece o
kapkara havuza dalmak için yarım yamalak tamamlayıp yorgun bedenlerimizi
uykunun huzurlu kollarına bırakıyoruz. Belki de bu dünyada uyumak bize kalan
tek kutsal şey. Kimsenin kirli ellerini uzatamadığı, düşüncelerini
diretemediği…
Senenin erken kararan aylarının derin gecelerinde
uyku ile büyük savaşlar çıkıyor aramızda. O huzurlu kolları beni boğabiliyor,
gözlerimin üzerine öyle ağırlıklar yerleştiriyor ki bu bazen can yakıcı olduğu
için sonunda bu savaşta yine ben mağlup oluyorum. Neden savaştığımızı ne ben
biliyorum ne de uyku. Bilse bilse sadece aramızdaki savaşın kendisi biliyor. Bazen
onunla didişiyorum diye uyku bir hışımla çekip gidebiliyor benden. Ama geri
gelmesini umut etmiyorum veyahut gönlünü almak için tatlı dile başvurmuyorum.
Çünkü arada bir uyumak yerine sorgulamak gerekiyor. Lakin kendime; “Neden uyku
tüm insanların ortak noktası? Neden herkes sadece uyuyunca eşitlenir?” sorularını
sorarken buluyorum kendimi. Bazen bu kesif gecelerin orta
yerinde dolaşan bir gölge; “uyku yorgun işçinin banyosu, acı çeken zihinlerin
merhemidir” sözünü dört bir yana bırakıp gidiyor. Ve ben acı çeken zihinlerin
uyku hallerini hatta gördüğü rüyaları düşlerken rüya dervişi olup çıkıyorum.
Kimi durmadan koşuyor, kimi susuyor, kimi rüyasında bile bir yatakta uyuduğunu
görüyor…
Bir gün yine başka bir sabaha uyandım,
gözlerimde yine aynı acı. Acaba bu acının sahibi boğuşmalar mı? Kafamda dönüp
duran düşünceleri öldürdükten sonra ellerimi gözüme götürüyordum ki bir gölge
ellerimi tuttu. Bana dünkü sözlerimi hatırlattı; bu saçma eylemi bir daha
yapmak yok. Ve günler böyle geçti; gözlerimdeki uyku tozunu silmeyerek. Ama her
silmeyişimde güç bir hal alıyordu. Sanki bir başka bedenin veya ruhun ağırlığı
oluşuyordu üzerimde. İki olasılık vardı bu durumda; ya ben gerçekten boş bir
düşünceye kapılıyordum ya da hakikaten böyle bir şey gerçekleşiyordu.
Günler geçtikçe bu bedenin varlığına içten
içe inanmaya başladım. İlk defa bir şeyin varlığı böylesine korkutuyordu beni.
Sürekli ensemde nefesini ve benimle beraber yatağa uzanıp arada uykuya
daldığını seziyordum. Bu beraber olma durumu sadece uyku ve gece ile de sınırlı
kalmıyordu. Sanki her adım attığımda iki kişi olarak adım atıyordum, iki
kişilik yemek yiyor ve çok fazla konuşmayan biri olarak gün içerisinde gerekli
gereksiz ayrımı yapmadan sözcükleri gelişigüzel ağzımdan dış dünyaya salıveriyordum.
Üstelik kendi içimden geçenleri de söylemiyordum. Başkasının ya da başka bir
şeyin cümleleri saçılıyordu ağzımdan ve bu durum gün geçtikçe çığırından
çıkıyordu. Adımlarım taşıdığım ağırlık nedeniyle yavaşlamış, cümlelerim
tuhaflaşmış ve gözlerim de pek görmemeye başlamıştı. Hiçbir şey rahatsız
etmiyordu ama görüşümün böylesine bulanıklaşması beni çok zor durumlara
sokuyordu ve son günlerde epeyce az uyuyordum, hiçbir savaş vermeden. Sanki
yüzyıl boyunca kesintisiz uyumuşum da bir daha uyumasam olur gibi geliyordu.
Uyku ile savaş vermiyordum ama kendimle ve içimdeki ile büyük savaşlar
veriyordum. Ne olduğu, neye benzediği ya da neden içimde barındığına dair tek
bir fikrimin bile olmaması beni deliye çevirip saçlarımı yolma derecesine
getiriyordu. Üniforma giymiş birileri iri adımlı bir dev gibi yanıma gelip bana
ters bir şekilde gömlek giydirse yeriydi. Artık tek beden olmadığımı benimsedim
ve içimdeki çocuk (ki bu kelimeyi kullandığımda yeryüzündeki tüm çocuklara
hakaret etmiş gibi kendimi inanılmaz derecede iğrenç buldum.) gitgide büyüyor,
hareketleniyor ve benim tüm hareketlerimi ele geçirmeye çalışıyordu. Bu
uğraşlarında büyük bir başarıya da varıyordu aslında. Bazı dakikalar içimdeki
canavara dokunduğumu hissediyordum. Ama dokunuştan başka bir şeydi bu. Gece
boyu birinden uyanıp öbürüne dalıverdiğim kısacık uykuların karanlığında,
hatırlamadığım rüyaların gölgeleri arasında içimdekinin yüzünü arayıp
duruyordum. Bir gün uyku ile mücadeleyi nasıl bıraktıysam bu arayışı da Kaf
dağının tepesine koydum.
Çabalamayı bıraktığım için beni ödüllendirip
yüzünü gösterdi; olmayan gözlerini, olabildiğine çirkinliğini ve aslında en çok
ne kadar da bana benzediğini gözlerimin önüne serdi. Gözlerimin bulanıklığı
yüzünden pek net göremedim ama onu gördükten sonra benim vücudumdan sıyrılışını
her hücremde bir ürperti gibi hissettim. İçimdeki canavar ben miydim? O
çirkinliği gördükten sonra görüşümün tamamen karanlığa bürünmemesi mümkün
değildi ve ben gözlerimi karanlığa teslim etmekten alamadım kendimi. Öyle
çirkindi ki; bedeni yıllarca tozlanmış bir nesne kadar kirli, gözlerinin yerine
derin, kapkara bir çukur ve tüysüz bir bedene sahipti. Sadece etten, aslında et
değil de tozdan oluşmuş bir şeydi. Ve o beden öyle çok açtı ki ağzını. Derin
bir nefes alıp; “Kör bir insan bedeni,” dedi. Ardından da; “Göz kenarında
biriken, silmediğin uyku tozlarının evrimleşip insan bedenine bürünmüş haliyim,
senin içindeki esintiler arasında sağ kalan tek varlığım ben. Her sabah kısa
uykularından uyanıp gözünden sildiğin uyku tozu seni benden uzakta tutan tek
şeydi ve sen bana doğmam için bir sebep verdin. Günlerini benim için acımasızca
heba ettin,” dedi nefes nefese.
Eğer içimde
büyüttüğüm bir varlık olmasaydı bu sözlerin daha en başında inanılmaz bir
telaşa kapılır hatta görmeyen gözlerimle etraftaki nesnelerin üzerine
dağıtırdım korkumu. Bu beden sanki bu sözleri çok kısık sesle söylemiş gibi
gözlerimi kısıp sonrasında da bir şeyler söyler diye pür dikkat dinliyordum.
Gözlerim hiçbir şeyi görmüyordu, neden böyle bir eylemde bulunduğumu düşünmeye
bile başlamadan; gözlerim kısık, başım sağ tarafa eğik bir şekilde birkaç adım
ileriden kendi bedenimi gördüm. Öylesine çok korktum ki koca bir adımla geriye
sıçradım ve kendimi bu hareketi yaparken büsbütün gördüm. Ellerimi tahminen göz
hizama getirdim ve tam karşımdan ellerimi titreyerek kaldırdığımı gördüm.
Hareket eden bendim, görmeyen de ve kendimi izleyen de bendim. Nasıl bir üçleme
bu böyle, çıldıracaktım! Nefes almak için ağzımı açtığımda içimdeki canavar
önce davranıp; “Gözlerim yok evet ve senin de yok artık ama ben birçok insanın
görüşünden görebilirim hayatı. Çünkü tozlarım bu evrenin her yerine ulaşıyor,
çoğu insan bir gün gözündeki uyku tozunu silmeyi unutabiliyor ama sen günlerce
bıraktın o tozu. Biz artık bağlıyız. Ben nereyi, nasıl görmek istersem sende
öyle görürsün dedi. Bu sözleri o
korkutucu, gür sesiyle söylediğinde hemen onun kölesi kılığına girip boyun
eğmiştim, üstelik istemeden gelişmişti bu hareket. Bu korkutuculuk daha da
artmadan el yordamı ile evin kapısını bulup kendimi dışarıya attım. Attığım her
adımı sanki boşluğa atıyor gibiydim. Düşecekmiş hissi ile ilerliyor ama
düşmüyordum. Giriş katında oturduğuma hiç bu kadar sevineceğimi düşünmezdim ve
kalabalık bir sokakta oturduğuma bu kadar lanet edeceğimi de. Ben kendime olan
bakışımdan kurtulmak için evden çıkmıştım ama şimdi karşı kaldırımdan, üst
katlardan, sürat yapan sürücülerin gözünden; kendi perişanlığımı ve gözlerimin
görmemesine karşın yine de açık olması ile sağa sola yalpalayarak yürüyüşümü
görüyordum. Beni öylesine korkutuyordu ki bu görüşler, görmeyen gözlerimi
kapatsam dahi yok olmuyordu hiç. İçimdeki korku büyüdükçe koşarcasına
ilerliyordum ama arkamda hep o canavarın olduğunu seziyordum. Ben koşuyordum o
yürüyordu. Yavaş ilerliyor ama hiç durmuyordu. Yorulunca durup soluklanıyordum
ama o devam ediyordu. Bu yavaşlığını fırsata dönüştürmek ve etraftaki
insanların dikkatini kendime çekmek için bağıra bağıra koşarcasına ilerlemeye
devam ettim. Hem bağırıp hem koşmak beni inanılmaz yoruyordu. Bağırmayı
bıraksam önümü ya da etrafımı görmeden ilerlemek beni yavaşlatacaktı. Yeterince
aramızı açtığımızı düşününce karşıdan bana doğru koşarak gelen birinin
bakışlarından beş adım kadar ötemde bir bank olduğunu gördüm. O kişi hızla
yanımdan geçtiği için adımlarımı sayarak ilerleyip bankın yanına gelince
oturdum. Öyle çok yorulmuşum ki, bu yorgunluk beni banka uzanmaya teşvik etti,
boylu boyunca uzandım. Sanırım bir müddet içim geçmiş olmalı ya da dinlenirken
vaktin ne kadar geçtiğini bilememiştim. Ondan kaçmaya devam etmek için yattığım
yerden doğrulup kalktığımda birilerinin görüşünü görmeyi bekledim. Bekledim…
Ayağa kalkmak istediğimde yanımda kendi gölgemin haricinde bir gölge hissettim
ve omzumda tozların kıpırtısını. İşte tam o zaman hiç uyumadığım kadar ve bir
daha uyanmayacağım derin bir uykuya dalma vaktimin geldiği zamandı.
Merhaba...
YanıtlaSil"herkes sadece uyuyunca eşitlenir" Bunu hiç düşünmemiştim, halbuki ne kadar doğru.
Deeptone sizden bahsetmiş, geldim, okudum ve takibe aldım.
Sevgiler...
Deep sağ olsun...
SilTeşekkür ederim...
Deep'in söz ettiği kadar varmış blogunuz. Tasarımda gayet güzel olmuş emeğinize sağlık. Güzel yazılarının devamını beklerim :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim, başka yazılarda görüşmek dileği ile...
Silgeçerken uğradım. booooo :))) senin şu şarkı müthiş falla :)
YanıtlaSilHoş geldiiin! :) Aslında şarkıları değiştirmek istiyorum da, önce karar vermem gereek
SilSuan sicak yatagimda uyumadan onceki son dakikalarimdan oldukca relax bir muzik dinlerken okudum yaziyi cok iyi geldi :)
YanıtlaSil