28 Kasım 2015 Cumartesi

Umut Gökte



      Şimdi yazı yazmak için her şeyimi tamamladım. Kahvemi yapıp yanıma aldım, Radyo Eksen'i açtım, Garbage- Querr şarkısı çalıyor. Bıkmadan dinlediğim şarkının bu ana denk gelmesi beni inanılmaz mutlu ediyor. Teoman'ın İstanbul'da Sonbahar şarkısı dolanıp duruyor içimde ama sadece; "İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış" satırları. Aslında böyle kapalı havalar beni içimdeki derinlikleri çıkarmaya zorluyor ama bugün nedense çok baskı yapmıyor kelimeler üzerimde.
Bugünler de en çok Blogger'da dolanıyorum. Yeni yeni arkadaşlar keşfettim ve yazıları çok hoşuma gidenler, sürekli takip ettiklerim de oldu... Aslında her gün bir şeyler yazasım geliyor. Ama sanki o an yazıp yollasam yazılarım çok eksik olacak, boynu bükük kalıp beni huzursuz edecek gibime geliyor. Az yazıyorsam sebebi budur ve tabi bir de İstanbul'un inanılmaz dur durak bilmeyen koşuşturmacaları... Gönlüm istiyor ki gün boyu düşüneyim, yazayım, okuyayım, kağıt üzerinde kalem oynatayım. Evet tek isteğim bu gerçekten. Mesela her gün bir kelime olsa dahi yazarım ben. Bazen bomboş bir sayfaya sadece ; hüzün yazar kapatırım. Ama o kelime benim bütün söyleyeceklerimi kapsar. Bazen diğer sayfayı çevirip aklıma gelen soyut bir resim çizerim (gerçeklik payından çok uzak olan resimler). Sanırım benim işim kalemle, evet evet kesinlikle böyle! Yazının başında demiştim; bu havada kelimeler bana ilk kez baskı yapmıyor diye. Şimdi sebebini söyleyeyim. Her zamanki gibi defter ve kalemi sağ tarafıma koyup laptop'u aldım. (Defterin sürekli açık olma sebebi de aklıma başka bir yazı gelirse not etmek için. Ki bu da beni çok sevindiren bir olay) Koltuğa oturmuş pencere önünde yeni yazacağım öykü üzerinde kurgular yaparken ve tabi en derinlere inip sağdaki soldaki taşların altlarına bakarken bu kapalı havada bir umut gibi güneş ışıkları çok az rahatsız edici bir şekilde gelip de gözüme çarptı. Ve ben bir şizofren edası ile kafamı kaldırıp göğe baktığımda bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. Ve ne zaman başımı kaldırıp göğe baksam Turgut Uyar'ın "İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım." lafı gelir aklıma. Hemen o yüzüme gülümseme yerleştiren anı fotoğraflayıp, sizinle paylaşmak istedim... Aslında yazmaktan sonra sevdiğim şey fotoğraf çekmek. Öyle manzara falan da değil aslında. Bazen harabe yerler, bazen bir çocuk gülümsemesi, bazen yağmur ve en çok yere dökülen yapraklar... Hangimizi mutlu etmiyor ki yağmur kokusu ya da kar yağdığı zaman ki o sessizlik. Sanki yeryüzündeki tüm insanlar,tüm varlıklar, hatta mikroorganizmalar susuyormuş gibi. Belki biz de o an biraz iç sesimizi susturabilsek sadece kalp atışları duyulacakmış gibi değil mi ? Dört bir yanda... Belki de sevdiğimizin... Özlediğimizin kalp atışları kilometrelerce yolları aşıp kulağımızda yankılanacak gibi...

 Bu yazıyı yazarken eklediğim fotoğrafa bakmadan edemiyorum. Sanırım ilk kez Güneş'e böylesine taptım... Eski zaman insanları gibi ilk kez görmüşçesine. Ve hatta hayatımın bir bölümünde bir şeye adını vermiş gibi hissediyorum. İngilizce de hafta isimlerini öyle yapmışlar ya. Güneş'i görüp ona tapıp sonra da o günün adını Sunday koymuşlar... Tabi Güneş'ten önce Ay'a tutulup Monday (Moon-day) diye bir gün belirlemişler. Benim mesela pazartesi sendromundan önce aklıma bu gelir. Bir an önce gece olup Ay'ın yükselmesini beklerim sabırsızlıkla. Sonra uzun sokaklar boyunca gözlerimi ayırmadan yürürüm. Yürümek bir tür terapi ise koşmak kaçış yoludur. Ya da en azından benim kaçış yolum bu hepinize önerebileceğim. Mesela bazı sorunlar, bazı sözler devleşip üzerime gelmeye başlayınca hava şartları ne olursa olsun kendimi dışarı atıp koşmaya başlarım. Dur durak bilmeden koşmak... Gözyaşların kadar kalbinin de iflas ettiğini hissedene kadar. Duraksadığım zaman ellerimi dizime koyup dinlenmek de kalbini teselli etmek değil de nedir ki ?

Ah nereden geldim buralara ben. En son güneş diyorduk, gök diyorduk. Güneş'in bulutları yarıp gözüme ulaşması diyorduk... Ben mesela havaya atılan çoğunun bayıldığı o rengarenk fişeklerden nefret ederim. Neden mi? Sanki o havai fişeklerin büyük bir gürültü yaptığı yetmiyormuş gibi gökyüzünü ortadan ikiye böleceğini düşünüp büyük bir korkuya kapılıyorum ben... Bize kalan tek huzurlu şeyi mahvedeceklerinden korkuyorum... Bir keresinde yine havai fişek atıldığı bir zaman çok yakından görmüştüm ve iç sesim hemen şunları söylemişti bana; Ve havai fişekler gökyüzünü yarmaya ramak kala lacivert geceyi kör edici bir aydınlığa çevirdi... Evet gerçekten bir kaçımız sağır olduk o zaman bir kaçımız da kör...
Ama bu yazıyı yazana kadar gözümün kenarında olan ama şimdi eser kalmayan Güneş benim körlüğümü düzeltti. Dudağımın kıyısına bıraktı sıcaklığını...

9 Kasım 2015 Pazartesi

Uğultu Tepelerinin Ardındakiler



...
     Ne sessizliği ne de gürültüsü tam olarak belli olan izbe bir köyün uğultulu tepelerinin alçak sokaklarında acelesiz, kuru bir nefes ve alabildiğine kafamda karışık düşüncelerle yürüyordum. Köyün belirsizliği kadar bizim de yaşamlarımız belirsiz, silik. Görüşlerimiz de pek net değil. Görüş derken ciddi anlamda; etrafımıza at gözlükleriyle bakmakla kalmayıp bir de bulanık görüyoruz. Sanki birbirimize bakmak, tokalaşıp iki çift muhabbet etmek yasaklanmış gibi bu zahmetlere pek girişmiyorduk. Ezelden beridir böyleymiş herhalde her şey.Köydeki insanlar doğduklarında bile ağlamamış hep susmuş bu yüzden de doktorların doğduktan sonra tokat atma adeti zamanla körelmiş.
Dünyanın bağrından kopup gelen efsanevi bir kasırga şiddetlenerek gelip de kasabayı tozu dumana katsa, etrafı talan edip insanları yerden yere vursa kimsenin sesi soluğu çıkmayacak, bilhassa benim.

   Köyün alacakaranlık vakti değil de alacasessiz bir zamanında havanın dondurucu soğuğuna inat sıcak ellerimi paltomun cebine sokup ağır adımlarla mıcırlı yolda yürümeye devam ettim. Kafamda bin türlü ölüm, bin türlü son bulma düşüncesi ile. Aslında pek de doğru dürüst yürüdüğüm söylenemez, taşlar yüzünden arada bir dengemi kaybedip duraksama isteği duyuyordum.Bu da ulaşacağım yere varış zamanımı uzattıkça uzatıyordu. Aceleci bir insanım, yürüdüğüm zamanlar hariç.Ama bomboş bir eve gideceğim, ne diye acele edeyim ki. Burada aile olanlar da var, boy boy çocukları olanlar, eşi olanlar da ama başka diyarlardan biri gelip de gözlemci bir gözle baksa dili varmaz aile demeye. Herkes birbirinden kopuk ama bir arada yaşıyor. Şu anlattıklarıma bakarsanız; olsa olsa tuhaflar ordusu toplanmış dersiniz. Ama öyle değil. Tek tuhaflığımız gülüştüğümüz anlar. Ben ne yaşlı amcalar gördüm yüzü gülümsediğinde korkunç bir telaşa kapılan,yüzünü ellerinin arasına alıp kara düşüncelerde boğulan, ne genç kızlar gördüm sevdiğini söyleyen delikanlılar yüzünden bir daha hiç gözlerini yerden kaldırmayan. Oysa ki onlarında gönülleri vardı ama birbirlerine temas korkusundan hiçbir zaman karşılık veremediler, her gün ölüp her gün tükendiler. Bende tükendim ama sevdiğimden değil, gülümsediğimden değil. Farklı olduğum halde buradaki insanlara benzeyip onlar gibi davranıp, onlar gibi susmaktan tükendim. Nedendir bilmiyorum ama dilesem apar topar kalkıp gidebilirim bu tuhaflık cennetinden. Cennet diyorum işte, kopamıyorum bir türlü. Bu köye demir atmış bir gemi gibiyim ama durduğum yerde enkaza dönüşüyorum.

   Kafamdaki çelpeşük kelimeleri rafa kaldırıp bir hışımla eve girip, önce elimi yüzümü yıkayıp aynada soğuktan etrafı kızaran kahverengi gözlerime baktım. Belki de konuşmamak için tuttular da kendilerini ondan kızardılar. Yürümekten mi yoruldum bilmiyorum düşünmekten mi ama bir an evvel dinlenme isteği uyandı içimde. İstek uyandı da ben uyumak istedim. Ah nasıl bir çelişki bu Tanrım ! 
   Sabah gözlerimi fısıltılar. yok yok hatta gürültüler eşliğinde açtım. Köyde...gürültü... kelimelerini yan yana getirmekten bile acizken bunun yüzünden umarsızca yataktan fırladım. Pencereyi açtım evden çıkan herkes programlanmış gibi aynı yere ve hatta aynı hızda yürüyordu. Belime kadar pencereden sarksam da pek bir şey göremedim. Sabahın mahmurluğunu üzerimden çıkartıp kıyafetlerimi giyip ben de aynı hızda aynı yere yürümeye başladım herkesle beraber. Sağımdan solumdan geçenlerin yüzüne bir cevap ararmışcasına baksam da hiçbir yanıt alamadım o suratlardan.. 
  Köy meydanına geldiğimde köy dışından bir grup insan olduğunu gördüm, bir an görünmez bir duvara çarpmış gibi olduğum yere çakılı kaldım, hafif başım döndü, işaret ve baş parmağımla şakaklarımı bir saniye ovuşturduktan sonra gözlerimi kısarak kafamı kaldırıp yeniden baktım. Yerlerinden kımıldamamışlardı bile. Önlerinde duran bir avuç kalabalığı ellerimi cebimden çıkarma zahmetinde bulunmadan bir sağ omzum bir diğeriyle yara yara yabancıların önüne geldim. Herkes gibi bende aval aval yüzlerine baktım, onlar da heykel misali oldukları yerde ellerinde birkaç saçma ötesi anlam veremediğim dosya tarzı şeylerle duruyorlardı. Kafası yere eğilmiş, pabuçlarının en uçlarına bakan adam ağır ağır kafasını kaldırıp yemyeşil gözlerini benim üzerime dikip; 
- "Evet! Sıra sizde" dedi. Adamın sesini işitir işitmez herkes olduğu yerde irkilip milim dahi olsa biraz yana kaydı. Korkudan kimse soramadı neyin sırası olduğunu. Öyle hissediyordum ki herkesteki çil yavrusu gibi etrafa kaçışma isteğini... Sanki bu istek oradakilerin kolundan, bacağından, ağzından buhar gibi yayılıp üzerimizde bir bulut tabakası oluşturacak gibiydi...
Yıllardır içimde köşe bucak sakladığım farklılığı tek cümleyle ağzımdan bırakıverdim ;
- Ne sırası? 
İri yarı vücuduma göre sesim pek de ince çıkmıştı, bir an erkekleğimden şüphelenmedim değil.Etraftaki insanların bir bir kafalarını bana döndürüp de baştan aşağı süzüşlerini, gözlerini üzerimde çılgınca seviştirmelerini bir ürperti misali hissettim her hücremde. Soruyu sorduktan sonra yeniden kabuğuma çekildim. Nasıl oldu da sır gibi sakladığım bu şey sadece iki kelimeye sığabildi diye kendimi demir parmaklıklar ardına kapattım. Şöyle açıkladı baştan aşağı özenerek giyinen, kurduğu cümleleri düşünüp dilinin ucuna getirip ve mahkumları serbest bırakan bir gardiyan edasıyla konuşan kadın;
- Önemli bir iş için buradayız, belki de hayatınızın geri kalanı buna bağlı olabilir. O yüzden aklınızın her çalışanını sorgulatın ve cevabınızı bize bildirin. Şimdi size soruyorum; melek mi yoksa şeytan mı? dedi ve 5-6 adım geri çekildi. 
Önce geri çekilmesini sorguladık sonra sorduğu soruyu. Bu soruyu ne diye sordu, ne konuda hayatımız bu soruya verdiğimiz yanıta bağlı. Hepimiz içimizden konuşuyorduk öyle fısıltılar vardı ki etrafta başımızı ağrıttığı için hepimiz gözlerimizi kapatıp baş ağrımıza katlanmaya çalışıyorduk ama hiçbirimizin düşüncesini bir başkası anlamıyordu.Sessizliği bozan yeşil bakışlı adam bozdu, bakışları benim bakışlarıma ne kadar da çok benziyordu. 
-Düşünme süreniz doldu, şimdi teker teker cevaplarınızı bize söyleyin.
Sanki köy halkı senelerce bunu duymayı bekliyormuş gibi ağızları kulaklarına varana kadar gülümsedi, bazıları hafifçe ayak parmaklarının üzerinde yükseldi, yaşını almış ihtiyarlar bir çocuk hevesiyle hızlıca el çırptı. Tek tek hepsine değdirdim bakışlarımı çünkü daha önce bu manzarayı hayal dahi etmemiştim. Herkes hızlıca cevabını gelenlere söylüyordu ama verilen cevapları başka kimse duymuyordu. Etraf o kadar hızlı hareket ediyordu ki ve dünya alabildiğine hızlı dönüyordu. Bu olay başımı döndürmekle kalmayıp midemi de alt üst etmişti. Omzumda hissettiğim buz kesmiş bir elle irkildim. "Sıra sizde" dedi.
  Bugün fırsatlardan yararlanıp farklılığımı ortaya sermek için iyi bir gün diye düşünüp "şeytan" dedim. Bir cevap ne kadar etkili olabilir ki diye düşünmeden verdiğim bir yanıttı bu, pişmanlık dahi içermeyen. Tekrardan eve dönüp uykuma kaldığım yerden devam etmek için mahmurluğumu bıraktığım yerden alıp tekrar üzerime geçirip gözlerimi kapattım. 
  O yeşil gözler o kadının rahatsız edici sesi bir türlü gitmiyordu aklımdan. Ama gözlerimi de açamıyordum. Bu biraz beni şüphelendirip, acaba diye sorgulattı biraz. Dizlerimi karnıma çekip derin uykuya dalmaya çalıştım. Sırtüstü yatmaktan oldum olası korkmuşumdur.
Rüyamda bir bir karartılar geçip duruyordu, sanki etrafımda tur atıyorlardı. Uyuyordum ama geçişlerini yüzümde, ellerimde minik rüzgar edasında hissediyordum. Köydeki adını bile tam hatırlayamadığım (belki adını sormamıştım bile) biri bana 'neden' diye soruyor. 'Neden kendini uçurumdan attın?' Sorduğu soru değil de konuşuyor olması beni korku çukuruna atıyor. Yetmiyor çıkarıp bir daha atıyor. Kıpırdayamıyorum bile, avazımın çıktığı kadar bağırıyorum düştüğüm çukurda ama sesim yankılanıp kulağıma bile gelmiyor. Yine köyde duyduğum o fısıltılar beynimi kemirircesine üşüşüyor başıma. Bin güçlükle uzanıp aralarından birini avuçladığımda 'yazık, gençti, ne işi vardı o saatte orada' cümlelerini duyuyorum. Tanrım! Çıldıracağım, ne oluyor böyle? Vücudum kaskatı kesilmişken nasıl oluyor da olduğum noktadan zifiri karanlıkta ilerlediğimi hissediyorum? Nasıl, nasıl ?
Fısıltılar biraz daha netleşiyor ve biraz daha... 
Duyduğum tek bir lafla ruhum irkiliyor; toprağı bol olsun...