12 Ekim 2016 Çarşamba

Her Ses



Uzun süredir duygularımı bastırıp yazmadığımı fark ettim. Bir önceki cümlemi bitirene kadar bütün duygularım kumlu fırtına gibi vücudumun her yerini kesik kesik acıttı. Bazen her şey ters gider hayatta sonra ardı arkası kesilmez, olacak başka bir şey kalmadı denilir ama sonra hayat bıyık altından sinsice bir gülüş atıp daha nicelerini koyar önümüze. Bu yaşamımızın kaçınılmaz sonsuz döngüsüdür. Her yerde gülüşünün ardında hüzünler barındıran insanlar, aklı kadar gönlü de karışık nice depresif gençler... Sahi neydi gülmek? 

Her insanın kaderi farklı yazılmış deniyor ama hiç bunca insanın bir gün ortak yaşayacağı şeylerden bahsedilmiyor. Bir gün herkes birini kaybedip yokluğuna alışamayacak, bir gün herkes aynı kitabı okuyup aynı anda kahvesini bitirecek, her anne aynı anda çamaşır asacak. Babalar bir gün kafayı çekmiş bir şekilde eve gelip çocuklarını kendinden soğutup gözleri yaşlı uyumasını sağlayacak. Ve bir gün herkes saçlarını kesecek. Bu olaylar kimle aynı anda denk geldi diye asla bilemeyeceğiz tabii. Belki yaşlı biri ile denk gelecek yaptıklarımız ya da bir yumurcak... Yaptıklarımızın denk geldiği insanlardan ayrı ama onların görüntüsü üzerine felsefe yaparak senelerimizi geçireceğiz.

Sonra bir gün bazı şeyler farklı yerlerde,farklı şekilde hatırınıza düşecek; Duvarlar üzerinize üzerinize geldiğinde anlayacaksınız hayatınızda bazı şeylerin eksildiğini. Bir yazının sonuna gelip sizi tatmin etmediğinde çıldıracaksınız. Yemek yaparken uzaklara dalıp yanık kokusunu duyduğunuzda telaşlanacaksınız. Çocuğunuz sevdiği kişiyi size anlatırken maziye gidip onun yaşındaki heyecanınızın elinden tutacaksınız.Yağmura yakalandığınızda teninizde bıraktığı sıcaklık ile sevdiğinizin sıcaklığını karşılaştıracaksınız. Birinin gözyaşlarını parmak uçlarınız ile tedavi edeceksiniz...

Ben bugün gözleri ben gibi bakan biri ile denk geldim. Denk geldim gelmesine ama üzüntülerimi, deli dolu hislerimi bir başıma yaşadım. Tek ortak noktamız belirli zamanlarda planlı olarak birbirimize bakıyor olmamızdı. En iyi ezberlediğim yeriydi gözleri; olabildiğine yeşil ve göz bebeklerinin altında minik tatlı kahverengilikler. Ömrüm boyunca görüp görebileceğim ve hatta hayal edebileceğim tüm gözlerin zirvesinde durmuş bana bakıyordu. Bakıyordu... Dedim ya sadece bir zaman denk gelebileceğiz, sonra derin yaralar kalacak aklımızda. Ve hatta bir daha tesadüfen, milyonda bir kelimesini yenip denk geldiğinde eskisi gibi bakıyor olmayacak o gözler.

Ve sonra her dil aynı cümleyi söyleyecek; Ağzıma kadar tıka basa sana olan özlemimle geldim ama şimdi ceset kokusu yayılıyor içimden.

22 Haziran 2016 Çarşamba

MÜNTEHA FANZİN

                                             Her münteha bir iptidadır.


Sanırım bu yazı hikaye dışında yazacağım ilk yazı olacak. Öncelikle iki sayıyı kısaca özetlemek istiyorum. Yazıların diziliş sırasına varana kadar her şey ayarlanmış bir şekilde olduğunu ikinci kez okuyuşumda anladım. Yani dilerseniz yazıları tek tek anlamlandırın dilerseniz bir bütün olarak bakın. Tabi her yazı aynı konu üzerine değil, birbiri ile kelime veyahut cümle olarak da olsa bağlantılı ya da tamamen zıt. Benim fanzinde en çok hoşuma giden içerisinde arka fon üzerine beyaz yazılar oldu. Alacak olursanız o sayfaların dokusunun bir rahatlatıcı bir etkisi oluyor parmak uçlarında. Aklıma geldiği her an siyah fonlu sayfalara dokunmuşumdur. İçindeki fotoğraflarda üstelik muhteşem (yazılardan daha çok değil tabii) herkesin ayrı emeği, özellikle hem yazıp hem de tasarımı ile uğraşanların. Benim Münteha ile tanışmam aslında geç kalınmış yazı alımına bir sonraki yazı alımının zamanını sormam ile başladı ve her şey bir anda gelişti ve bir de baktım ki üçüncü sayıda ve sonraki sayılarda da olacağım. (Buraya gülümseyen yüz ifadesi iliştirelim :) 
İki sayıyı detayına kadar inceleyip fikirlerimi belirttim ve aslında benim düşüncelerime ne kadar 
yakın olduğunu keşfettim o yüzden her detayın üzerinden iki kez geçtim.

Üçüncü sayımızda ise kapağı kaybettik :) Ama kapağın böyle olması bizimle beraber diğer okuyanlarımızın da hoşuna gitti. Üçüncü sayıya aslında diyecek pek fazla laf bulamıyorum çünkü o kadar güzel bir sayı ki, sizin alıp neyin iyi olduğuna sizin karar vermenizi istiyorum. Fanzin küçük bir çocuk gibi, ne yapsa yeridir demiştik. Ama en iyi şekilde yapıldı bu sayı. Şiddetle tavsiye edeceğim bu sayıyı sizlere. Ve tabii bir sonraki sayılarımızı da.



 Münteha'nın üçüncü sayısında benim de "Düş Anıtları" adlı öyküm bulunuyor...

Muhtemelen yazılar pek okunmuyordur bunun için size önerim Münteha'ya buralardan ulaşmanız;

*İSTANBUL
-Beşiktaş Mephisto
-Kadıköy Mephisto
-Taksim Mephisto
-Akmar Sosyal SAHAF

*İZMİR
- Alsancak Tiryaki Kedi
-Yakın Kitapevi
- Bornova Nazım Hikmet Kültürevi
- Göğe Bakma Durağı

Ayrıca üçüncü sayıda E'yi kaybettik. Onu özlüyoruz ve bulmamıza hayalinizdeki, ya da ilk iki sayıdaki üslubundan yola çıkarak onu yazmanızı ve bize "fanzinmunteha@gmail.com" dan göndermenizi istiyoruz.




Ayrıca bize aşağıdaki linklerden ulaşabilir, takip edebilirsiniz;

Twitter Münteha
Instagram Münteha

15 Nisan 2016 Cuma

Bir Sonbahar Yaprağı



     Ben bir Sonbahar yaprağıyım bugün; yazılması için epeyce geç kalınmış. Şu zamanlarda İlkbahar'ın sıcaklığına, yüzümüzü durduk yere gülümseten hallerine alışmışken ben biraz geçmişe gidip size bir yaprak olarak aslında ne kadar çaresiz ve bir o kadar da yalnız olduğumuzu anlatacağım...
     Bizim günlerle pek ilgimiz olmadığı için aylardan Kasım sonları ya da ortası diye bir tahminde bulunuyorum. İlk büyüyüp yeşillenmeye başladığımda etrafta kuş cıvıltıları eksik olmuyordu ama gece gelip de karanlığını üzerimize bıraktığında her ses kabuğuna çekiliyor etrafa sadece bazılarımızın çıkardığı hışırtılar hakim oluyordu. Bunu kendi başımıza da yapmıyorduk aslında... Bizden daha üstün rüzgar vardı, bazen bizim uyuyup uyumadığımızı ya da sonsuza dek böyle sessiz kalamayacağımızı irdelemek için hayali dudaklarına daire şeklini verip yine hayali ciğerlerinden gelen biraz toprak kokan esintisini üzerimize salıp diğer yapraklarla münakaşa etmemizi sağlıyordu... Gündüz vakti gelip Güneş'in ilk ışıkları almaya başladığımızda hepimizin dışarı vurmak isteyip ama yapamadığı sevinç bizim duyduğumuz bir gürültü ile yayılıyordu. Sağımızdan solumuzdan geçenlerin bazıları tempolu yürüyor bazıları ise sabahın sessizliğini kulaklarına dolduruyordu. Ben köşebaşında duran ağacın orta kademesinden bir yaprağım, ne koyu yeşil ne açık yeşilim... Gerçi geçmiş zaman kullanmam gerekiyordu bir önceki cümlemde. Bahar mevsiminde olup ilk yeşillenmeye başladığımız vakitler en tepede olmayı istemiştim ama sonrasında orta dallarda olmak kadar güzel bir şey yok diye hem tepedekileri hem de en alt dallardaki yapraklara nispet yapmıştım her gün... Çünkü en tepede olmak bir süre sonra can yakıcı olabiliyor ya da Güneş ile külahları bozuştunuz diyelim ama her sabah ona mecburen selam vermek zorunda oluyorsunuz. En kötü tarafı da sadece yeşilin en açık tonunu biliyorsunuz, sadece ona bürünebiliyorsunuz. En alt dallarda olmak da şöyle; baharın gelmesi ile beraber sokaklara dolan çocuklar birbirleriyle "kim daha yükseğe dikecek topu" yarışmasına girip vaktinizden önce dalınızdan düşmenize hatta daldaki tüm "daldaş"lar ile birlikte kaldırım taşlarının soğukluğu ile buluşursunuz ve sadece yeşilin koyu renginde olursunuz. Ben ise orta dallarda bulunan şanslı yapraklardan biriyim. Çocukların gülüşmelerini kendimi güvende hissederek akşam ezanına kadar onları izleyebiliyor hatta bazen attığı toplar hafifçe bana dokunduğunda sanki onlarla oynamış gibi hissediyorum kendimi. Burada bulunmanın en güzel yanı; ne açık yeşiller gibi parlıyorum ne de koyu yeşiller gibi buhranlıyım. İki ruh halinin ortasında dayanak görevindeydim.
  Şimdi aylardan Kasım çok laf edip de olduğum renkten gururlandığım zamanlar renk tonlarımızın eşitlenmesi ile son buldu. Hangi ruh halinde olduğumuzu söylemek gerekirse; hüzün. Hepimiz sonumuzun yavaş yavaş geldiğini tutunduğumuz dalın bize olan soğukluğundan, yorgun olup dallarını aşağıya sarkıtan ağacımızdan anlıyoruz. Birkaç yaprağın hüznü ağır bastı bugün, veda bile etmeden aylarca beraber yeşerttiğimiz bu ağaçtan ayrıldılar. Günler geçti bir kez aşağıya bakmadım, bakamadım. Belki de paramparça olmuşlardı milyon kere parçalanıp sağa sola savrulmuşlardı. Keşke daha önce diğerleriyle duygularımı paylaşabilme fırsatım olsaydı, keşke bir kere hışırtıya katılmak için güçlü bir bahanem olsaydı...
   Pişmanlıklarım ağır basıyor. Kimse ne zaman bu çokluktan ayrılıp yalnız kalacağını, ölümle buluşacağını bilmiyor.
...
Kasım sonu: orta dallardakiler en son gider diye böbürlendiğim için ilk benim gitmemi istemiş herkes. Hatta yetmemiş ağaçla iş birliğine girip sana bol gübre bol polen sözü veriyoruz demişler. Bunların hepsini aşağıya zikzaklar çizerek düştüğüm zaman duydum. Ahh ahh... Haklısınız, bana neden bunu yaptınız diye soramıyorum. Şimdi sizden son bir isteğim var. Biriniz yanıma gelin hayata tutunmaya başladığımız zamandan beri içimde tuttuğum düşünceleri paylaşayım, lütfen. Zamanım çok az... Belki bir dakika belki bir saat, yalvarırım. Ben bu soluk turuncu rengini hiç sevmedim belki birleşince ortaya daha güzel bir görüntü çıkarırız, etrafımızdan geçenler bizim fotoğrafımızı çeker de o karede ömür boyu yaşarız. Ne olur! Yaprakların da son istekleri yerine getirilmeli, kimse bunu akıl edemiyor mu?
   Bu sözleri dedikten üç gün sonra tam kalbime saplanmış ucu sivri bir sopa ile etrafımı buğulu görerek yerden kaldırılıp siyah bir poşete konuldum. Çok parçalanmış ve epeyce kurumuştum. Bir de bu eksilmiş parçalara ufak yuvarlak bir delik eklenmişti. Daha önce o sivri sopanın adını hiç duymamıştım ama bir adı olsa bile benim kafamda onun adı ; Ölüm Kapanı. Beni kapmıştı ve daha nicesini, hepimizi ölüme gönderen bir aracıydı bu yüzden ona en çok bu isim uyuyor. Şimdi ben yıpranmış yarım bir yaprağım, siyah bir poşetin içinde yok olmaya bırakılmış...

5 Nisan 2016 Salı

Bilinmezliğin Mesafesi

Bilmiyorum... Bilemiyorum...
Yorgunum demek için bile o kadar çok yorgunum ki... Ben bile tahmin edemiyorum ne denli bıkıp usandığımı bir şeylerden. Ruhum da bilmiyor... Ruhumu siktir et en başta tek bir hücrem böyle bir derecelendirmeye dair tahmin bile üretemiyor. Her zaman dediğim: cümle mi desem yoksa kelime mi bilmiyorum ama; boşluktayım. Ana rahminden koparıldığım andan itibaren başladı bu boşlukta sallanma hissi. Üstelik sürekli sallanıyor olmak kadar mide bulandırıcı bir şey yok dünya üzerinde, belki var da henüz keşfetmemize izin verilmedi ya da keşfedecek kişi henüz doğmaya tenezzül etmedi... Bu yorgunluk rüyalarıma öylesine nüfuz ediyor ki; tüm kontrolü elimde olması için gecelerimi harcadığım, okunmadık kitap bırakmadığım zamanları elinin tersi ile kenara itip, yakama iki eli ile sarılıyor ve beni tahtımdan şiddetle yere fırlatıp yerine büyük bir zevkle kendisi geçiyor. Bedenimi ele geçirdiği yetmezmiş gibi... Ukalâ! Ben sanki o zaman sadece bulunduğumuz yerin zeminine şiddetle çarpmıyorum da yorgunluğun yakama bıraktığı tonlarca ağırlıkla beraber omuriliğim, kaburgalarım kırıla kırıla bir alt kata ve bir alt kata daha derken Dünya'nın çekirdeğine yaklaşıyorum. Çekirdeğin yaydığı ısıyla ne tacım kalıyor başımda ne de elimde destek aldığım asa... Meğerse rüyalarımın imparatoruyum diye övündüğüm şey bu taç ve asadan ibaretmiş. Peki ya şimdi kimdim ben? Kırılmamış kemiği kalmayan bir beden? Kendisi ile konuşan bir deli? Yakın olmayı istediği kişilerle rüyasında onlara veda etmek için buluşan bir kişi, yok yok bir şey...
    Rüyamda veda ederken; yorgunum biraz dinleneceğim diyorum sanki uzun vadeli bir yokluk gibi bir tavır takınıyorum bu cümleyi kurarken, öyle olmayacaksa bile büründüğüm durumdan dolayı olaylar uzun vadeli yokluğa, sonsuz bir yokluğa dönüşüyor. Bazen erkenden ölüyorum dilime gelenleri söyleyecek birini bulamadan bazen de konuşamıyor oluyorum, sadece; işaret parmağımı dudaklarımızın arasındaki mesafede ağır ağır gezdirdikten sonra son derin nefesimi vereceğime son derin gözyaşlarımı bırakıyorum vücudumdan. Üstelik bu rüyalardan sonra sabah uyandığımda gözlerim yeni ağlamışçasına nemli oluyor ve kaburgalarım inanılmaz bir ağrı içinde oluyor. Bilinmeyen yerlere seyahatler çekiyor içim; iki dudak arasında olan...

25 Mart 2016 Cuma

Rutin / Routine


   Her sabah sanki dünyevi bir zorundalık hissi insanların üzerinde dolaşıyormuş  gibi herkes aynı pozisyonu alıyor. Evimin sağ çaprazındaki adam siyah arabasını saatlerce, eskimiş beyazdan yıpranmış gri rengine dönmüş bir  bezle siliyor. 150 metre ötede her sabah 06.20 de gelen otobüs ışıklarını yakmış her gün düzenli olarak binen ikisi kardeş toplam beş yolcuyu bekliyor. Bu kardeşleri her sabah mahallenin pek geçilmeyen sokağından babası üşenmeden getirip 20 dakika kadar otobüsün kalkıp, cırt sarı rengin görüşünden çıkana kadar çöp bidonunun çaprazında bekliyor. Hiçbir sabah tam olarak bir sokağa sapmıyorum hep kıvrılan yollardan geçiyorum. Aslında ulaşmam gereken otobüs durağına giden birçok sokak var ama kıvrımlı yollar bana daha çekici geliyor nedensiz.
 Sağa kıvrılan yolun tam köşesinde üç hafta önce gülümseyip de başını okşadığım simsiyah kadifemsi tüylü köpek yolun başından kokumu aldığı gibi kuyruğunu hararetle sağa sola sallayıp yerinde sekiyor. Her sabah orada o, istisnasız. Benden istediği barınmak, yemek değil sadece başını okşamam. Bazı sabahlar onu göremeyeceğim diye korkuyorum bu yüzden her sabah saniyesine bile dikkat edip aynı saatte yola koyuluyorum. Sabah yediklerimden küçük bir poşette ona da götürüyorum. Bir isim vermedim henüz ama bu simsiyah tüylere en çok "Gölge" ismi yakışır. (Belki de benim bilinçaltımda bir şeylere hep Gölge ismini vermek vardı.) Poşette getirdiklerimi kenara koymak için eğildiğimde hemen kafasını iyice vücuduma  dokundurup sanki kokumu ezberlemek istiyor gibi derin derin kokluyor. Sadece gitmek için ayağa kalktığımda  getirdiğim yemeğe yöneliyor. Tempolu adımlarla ilerlerken derinden bir "hav" sesi duyduğumda bitirip, teşekkür etmiş olduğunu anlıyorum.
Bugün evden 10 dakika geç çıktım ve sanırım zamanda küçük bir çatlak yarattım. Belki de sürekli görüşünde bulunduğum insanların kafalarında acabalı cümleler kurdurttum. Evden çıktığımda; Arabasını özenle elindeki bezle bazen ceketinin iç kısmı ile silen adamın park ettiği yer boş, durakta otobüs, içindeki yolcular ve kızlarını çöp bidonunun yanında bekleyen kırık beyaz ceketli baba yoktu. Tabi Gölge de yoktu. Belki onun başını okşamamış olmamın hüznü ile kırağı düşmüş çimlerin üzerinde patilerini çapraz yapmış başını da üstüne koymuş derin düşünceler içindeydi. Öyle alışmışım ki bu sahneleri görmeye, bindiğim otobüste aynı insanları göre göre akraba yakınlığı duymuştum. Bugün gözlerimin gördüğü her şey farklıydı.
Her şeyi aynı karede toplayıp bir fotoğraf çekecek olsam; sol taraftaki turuncu çöp bidonlarının üç adım ötesinde içindeki beş yolcusu ile ışıklarını yakmış otobüs, kapısının ve çöp bidonlarının hemen yanında ellerini hiç cebinden çıkarmayan (belki de o elleri ömür boyu göremeyecektim) baba onun hemen önüne de asil bir şekilde uzanmış Gölge ve arabasını otobüsün önüne çapraz şekilde çekmiş sürücü kapısından kaportaya kirli beziyle uzanan adam ve boş kalan kısımlara da otobüste sürekli gördüğüm insanlardan gelişigüzel koyardım...
Şimdi 5 saniye kıpırdamayın bende sırtım dönük şekilde çıkacağım fotoğrafta; size bakarken.

10 Mart 2016 Perşembe

UYKUNUN KUYUSU

   

   Sabahları uyanınca gözlerim kezzap atılmışçasına yanıyor. Sızım sızım sızlıyor hatta, güçbela açıyorum. Uzun saçlarıma parmaklarımı geçirip arkaya doğru atıyorum. Önce her şeyi bulanık görüyorum, sonra her iki işaretparmağımı da gözlerime iyice bastırıp siliyorum üstlerindeki uyku tozunu. Bunu neden her sabah bu kadar dikkatli bir şekilde yapıyorum bilmiyorum. Sıradan bir eylem değil bu, sanki bir şeylerden korkarcasına sıkı sıkı bastırıp siliyorum. Yataktan doğrulup bir süre sabit noktaya bakakaldıktan sonra az evvelki eylemin dünyadaki en saçma ötesi “şey” olduğuna karar veriyorum. Üstelik bunu neden ısrarla tekrarladığıma dair tek bir geçerli sebep de bulamıyorum. Sonra, bunca zaman doğru bildiğim ama bugünden itibaren bana saçma gelen bu eylemi bir daha yapmama kararı alıyorum. Nedense her uykunun sonunda ana karnından yeni çıkmış gibiyim, yeniden doğuyorum, sanki beni zorla cenin pozisyonumdan çıkartıp fazla ışıklı bir yere bırakıyorlar. Sonrası… bir dahaki uyku dilimine kadar koca bir boşluk! Biz suskun kişiliklerin sanki uyumaktan başka yapacak bir şeyi yokmuş gibi. Tüm işlerimizi sonunda her gece o kapkara havuza dalmak için yarım yamalak tamamlayıp yorgun bedenlerimizi uykunun huzurlu kollarına bırakıyoruz. Belki de bu dünyada uyumak bize kalan tek kutsal şey. Kimsenin kirli ellerini uzatamadığı, düşüncelerini diretemediği…
   Senenin erken kararan aylarının derin gecelerinde uyku ile büyük savaşlar çıkıyor aramızda. O huzurlu kolları beni boğabiliyor, gözlerimin üzerine öyle ağırlıklar yerleştiriyor ki bu bazen can yakıcı olduğu için sonunda bu savaşta yine ben mağlup oluyorum. Neden savaştığımızı ne ben biliyorum ne de uyku. Bilse bilse sadece aramızdaki savaşın kendisi biliyor. Bazen onunla didişiyorum diye uyku bir hışımla çekip gidebiliyor benden. Ama geri gelmesini umut etmiyorum veyahut gönlünü almak için tatlı dile başvurmuyorum. Çünkü arada bir uyumak yerine sorgulamak gerekiyor. Lakin kendime; “Neden uyku tüm insanların ortak noktası? Neden herkes sadece uyuyunca eşitlenir?” sorularını sorarken buluyorum kendimi. Bazen bu kesif gecelerin orta yerinde dolaşan bir gölge; “uyku yorgun işçinin banyosu, acı çeken zihinlerin merhemidir” sözünü dört bir yana bırakıp gidiyor. Ve ben acı çeken zihinlerin uyku hallerini hatta gördüğü rüyaları düşlerken rüya dervişi olup çıkıyorum. Kimi durmadan koşuyor, kimi susuyor, kimi rüyasında bile bir yatakta uyuduğunu görüyor…
  Bir gün yine başka bir sabaha uyandım, gözlerimde yine aynı acı. Acaba bu acının sahibi boğuşmalar mı? Kafamda dönüp duran düşünceleri öldürdükten sonra ellerimi gözüme götürüyordum ki bir gölge ellerimi tuttu. Bana dünkü sözlerimi hatırlattı; bu saçma eylemi bir daha yapmak yok. Ve günler böyle geçti; gözlerimdeki uyku tozunu silmeyerek. Ama her silmeyişimde güç bir hal alıyordu. Sanki bir başka bedenin veya ruhun ağırlığı oluşuyordu üzerimde. İki olasılık vardı bu durumda; ya ben gerçekten boş bir düşünceye kapılıyordum ya da hakikaten böyle bir şey gerçekleşiyordu.
  Günler geçtikçe bu bedenin varlığına içten içe inanmaya başladım. İlk defa bir şeyin varlığı böylesine korkutuyordu beni. Sürekli ensemde nefesini ve benimle beraber yatağa uzanıp arada uykuya daldığını seziyordum. Bu beraber olma durumu sadece uyku ve gece ile de sınırlı kalmıyordu. Sanki her adım attığımda iki kişi olarak adım atıyordum, iki kişilik yemek yiyor ve çok fazla konuşmayan biri olarak gün içerisinde gerekli gereksiz ayrımı yapmadan sözcükleri gelişigüzel ağzımdan dış dünyaya salıveriyordum. Üstelik kendi içimden geçenleri de söylemiyordum. Başkasının ya da başka bir şeyin cümleleri saçılıyordu ağzımdan ve bu durum gün geçtikçe çığırından çıkıyordu. Adımlarım taşıdığım ağırlık nedeniyle yavaşlamış, cümlelerim tuhaflaşmış ve gözlerim de pek görmemeye başlamıştı. Hiçbir şey rahatsız etmiyordu ama görüşümün böylesine bulanıklaşması beni çok zor durumlara sokuyordu ve son günlerde epeyce az uyuyordum, hiçbir savaş vermeden. Sanki yüzyıl boyunca kesintisiz uyumuşum da bir daha uyumasam olur gibi geliyordu. Uyku ile savaş vermiyordum ama kendimle ve içimdeki ile büyük savaşlar veriyordum. Ne olduğu, neye benzediği ya da neden içimde barındığına dair tek bir fikrimin bile olmaması beni deliye çevirip saçlarımı yolma derecesine getiriyordu. Üniforma giymiş birileri iri adımlı bir dev gibi yanıma gelip bana ters bir şekilde gömlek giydirse yeriydi. Artık tek beden olmadığımı benimsedim ve içimdeki çocuk (ki bu kelimeyi kullandığımda yeryüzündeki tüm çocuklara hakaret etmiş gibi kendimi inanılmaz derecede iğrenç buldum.) gitgide büyüyor, hareketleniyor ve benim tüm hareketlerimi ele geçirmeye çalışıyordu. Bu uğraşlarında büyük bir başarıya da varıyordu aslında. Bazı dakikalar içimdeki canavara dokunduğumu hissediyordum. Ama dokunuştan başka bir şeydi bu. Gece boyu birinden uyanıp öbürüne dalıverdiğim kısacık uykuların karanlığında, hatırlamadığım rüyaların gölgeleri arasında içimdekinin yüzünü arayıp duruyordum. Bir gün uyku ile mücadeleyi nasıl bıraktıysam bu arayışı da Kaf dağının tepesine koydum.
 Çabalamayı bıraktığım için beni ödüllendirip yüzünü gösterdi; olmayan gözlerini, olabildiğine çirkinliğini ve aslında en çok ne kadar da bana benzediğini gözlerimin önüne serdi. Gözlerimin bulanıklığı yüzünden pek net göremedim ama onu gördükten sonra benim vücudumdan sıyrılışını her hücremde bir ürperti gibi hissettim. İçimdeki canavar ben miydim? O çirkinliği gördükten sonra görüşümün tamamen karanlığa bürünmemesi mümkün değildi ve ben gözlerimi karanlığa teslim etmekten alamadım kendimi. Öyle çirkindi ki; bedeni yıllarca tozlanmış bir nesne kadar kirli, gözlerinin yerine derin, kapkara bir çukur ve tüysüz bir bedene sahipti. Sadece etten, aslında et değil de tozdan oluşmuş bir şeydi. Ve o beden öyle çok açtı ki ağzını. Derin bir nefes alıp; “Kör bir insan bedeni,” dedi. Ardından da; “Göz kenarında biriken, silmediğin uyku tozlarının evrimleşip insan bedenine bürünmüş haliyim, senin içindeki esintiler arasında sağ kalan tek varlığım ben. Her sabah kısa uykularından uyanıp gözünden sildiğin uyku tozu seni benden uzakta tutan tek şeydi ve sen bana doğmam için bir sebep verdin. Günlerini benim için acımasızca heba ettin,” dedi nefes nefese.

Eğer içimde büyüttüğüm bir varlık olmasaydı bu sözlerin daha en başında inanılmaz bir telaşa kapılır hatta görmeyen gözlerimle etraftaki nesnelerin üzerine dağıtırdım korkumu. Bu beden sanki bu sözleri çok kısık sesle söylemiş gibi gözlerimi kısıp sonrasında da bir şeyler söyler diye pür dikkat dinliyordum. Gözlerim hiçbir şeyi görmüyordu, neden böyle bir eylemde bulunduğumu düşünmeye bile başlamadan; gözlerim kısık, başım sağ tarafa eğik bir şekilde birkaç adım ileriden kendi bedenimi gördüm. Öylesine çok korktum ki koca bir adımla geriye sıçradım ve kendimi bu hareketi yaparken büsbütün gördüm. Ellerimi tahminen göz hizama getirdim ve tam karşımdan ellerimi titreyerek kaldırdığımı gördüm. Hareket eden bendim, görmeyen de ve kendimi izleyen de bendim. Nasıl bir üçleme bu böyle, çıldıracaktım! Nefes almak için ağzımı açtığımda içimdeki canavar önce davranıp; “Gözlerim yok evet ve senin de yok artık ama ben birçok insanın görüşünden görebilirim hayatı. Çünkü tozlarım bu evrenin her yerine ulaşıyor, çoğu insan bir gün gözündeki uyku tozunu silmeyi unutabiliyor ama sen günlerce bıraktın o tozu. Biz artık bağlıyız. Ben nereyi, nasıl görmek istersem sende öyle görürsün dedi.  Bu sözleri o korkutucu, gür sesiyle söylediğinde hemen onun kölesi kılığına girip boyun eğmiştim, üstelik istemeden gelişmişti bu hareket. Bu korkutuculuk daha da artmadan el yordamı ile evin kapısını bulup kendimi dışarıya attım. Attığım her adımı sanki boşluğa atıyor gibiydim. Düşecekmiş hissi ile ilerliyor ama düşmüyordum. Giriş katında oturduğuma hiç bu kadar sevineceğimi düşünmezdim ve kalabalık bir sokakta oturduğuma bu kadar lanet edeceğimi de. Ben kendime olan bakışımdan kurtulmak için evden çıkmıştım ama şimdi karşı kaldırımdan, üst katlardan, sürat yapan sürücülerin gözünden; kendi perişanlığımı ve gözlerimin görmemesine karşın yine de açık olması ile sağa sola yalpalayarak yürüyüşümü görüyordum. Beni öylesine korkutuyordu ki bu görüşler, görmeyen gözlerimi kapatsam dahi yok olmuyordu hiç. İçimdeki korku büyüdükçe koşarcasına ilerliyordum ama arkamda hep o canavarın olduğunu seziyordum. Ben koşuyordum o yürüyordu. Yavaş ilerliyor ama hiç durmuyordu. Yorulunca durup soluklanıyordum ama o devam ediyordu. Bu yavaşlığını fırsata dönüştürmek ve etraftaki insanların dikkatini kendime çekmek için bağıra bağıra koşarcasına ilerlemeye devam ettim. Hem bağırıp hem koşmak beni inanılmaz yoruyordu. Bağırmayı bıraksam önümü ya da etrafımı görmeden ilerlemek beni yavaşlatacaktı. Yeterince aramızı açtığımızı düşününce karşıdan bana doğru koşarak gelen birinin bakışlarından beş adım kadar ötemde bir bank olduğunu gördüm. O kişi hızla yanımdan geçtiği için adımlarımı sayarak ilerleyip bankın yanına gelince oturdum. Öyle çok yorulmuşum ki, bu yorgunluk beni banka uzanmaya teşvik etti, boylu boyunca uzandım. Sanırım bir müddet içim geçmiş olmalı ya da dinlenirken vaktin ne kadar geçtiğini bilememiştim. Ondan kaçmaya devam etmek için yattığım yerden doğrulup kalktığımda birilerinin görüşünü görmeyi bekledim. Bekledim… Ayağa kalkmak istediğimde yanımda kendi gölgemin haricinde bir gölge hissettim ve omzumda tozların kıpırtısını. İşte tam o zaman hiç uyumadığım kadar ve bir daha uyanmayacağım derin bir uykuya dalma vaktimin geldiği zamandı.

28 Şubat 2016 Pazar

Görünmez Toprak



    Bu sabah üzerimde; bir gezegen oluşmuş gibi bir ağırlık var. Yeni bir var oluş ya da yok oluş hissi titretiyor vücudumu. Olduğum yerin bir adım ötesinden zangır zangır bir tren geçiyormuş gibi titriyorum. Bir şeyden korktuğumdan mı yoksa ayazda kalıp da üşüdüğümden mi bilmiyorum. Bu titreyişi dışarıya fark ettirmemeye çalışmak için aşırı çaba harcıyorum. Sanki  kımıldamamın sonu ölüm ile tehdit edilmiş gibi aşırı bir korku sarıyor bedenimi bir an ve ben gözlerimi kırpmamak için beynimde uyarılan sinirlere feryat ile yalvarıyordum.
   Yüzyıllar boyunca uyanık kalmış, kilometrelerce koşmuş tarzı bir yorgunlukla çantamı sırtlanıp yürümeyi yeni öğrenmiş tonlarca ağırlıktaki her an yere yığılıp kalacak bir dev gibi adımlarımı atmaya başladım. Her ilerleyişimde adımlarım daha da ağırlaşıyor, sağ ayağım havadayken üç yüz, yere bastığımda iki yüz kilo oluyordu. Saatlerce etrafta artçı depremler yaratıyor, iskeleti dayanıksız binaların rutubetlenmiş betonlarını yerlere düşüre düşüre ilerledikten sonra kendimi ufkuna baktıkça uzayan bir mezarlıkta buldum. Hem sonuna ulaşma isteği ve merakıyla yanıyordum hem de ufkun sonundan korkan yavru bir ceylan ruhu dolaşıyordu etrafımda. Çelişkileri doğuran anaydım ben bugün ve içimde taşıdığım çocuklar ruhuma hükmedip; geceler boyu içinde kaybolup bir türlü çıkış yolunu bulamadığım, yorulunca da boş mezarlıklardan birinin içine kıvrıldığım bu yere sürüklemişlerdi beni.
   Oldum olası iki yolumdan biri 1.ada mezarlığına çıkmıştır zaten. Bize küçüklükten beri ailemiz onları kızdıracak bir şey yapmış seslerini takınarak; mezar taşlarındaki isimleri okuma sakın, unutkan olursun demediler mi? Hep okudum isimleri ama bak yattığın yeri unutmadım hala, üzerine kürek kürek toprak attıklarının üzerinden ağır ağır üç sene geçti. Ama gidişin bir türlü geçmedi, yüreğimde bıraktığın kıymık parçasını çıkartamadılar.
  Sol elimden güç alıp mezarının taşına oturdum. İsminin yazılı olduğu yer epeyce kirlenmişti; toz, çamur, etrafta uçan kuşların tüyleri... Uzun zamandır nasıl kimse uğramamış yanına, yalnız bırakmışlar seni. Ama oradaydım; en sevdiği mine çiçeğinin tohumlarını götürmüştüm ona. Vakti gelmişti mezarının üzerine serpmemin çünkü şimdi ekersem tahminen Mart sonu ya da Nisan başı minik minik çimlenecekti bu kapkara toprak. Önce çıplak elle adının üstündeki tozu toprağı savurdum sağa sola. Sonra sağ elimi adının üzerine koydum ve gözlerimi kapattım. Sanki gözlerimi kapattığımda onu görecekmişim gibi geldi ama olmadı, güzel günlerimizi görmek yerine arka arkaya feryat ettiğim, ağlamamaya çalıştığım, ayakta durmak için ağaçlara tutunup da avuç içlerimi çizdiğim vakitler canlandı. Kızıyorum ona, o kadar çok kızıyorum ki! Beni tek bıraktığı için, önüme çıkan şirin suratlı kedileri tek başıma sevmek zorunda olduğum için ve en çok da bağıra bağıra küfür edemediğimiz şeyleri sinirle kağıtlara yazıp tek başıma yanışını izleyip sonra telaşla söndürmek zorunda kaldığım için. Ama kızdığım kadar da özlüyorum.
   Önce mezarın üzerinde benden izinsiz yeşermiş otları parmaklarımla sımsıkı kavrayıp çektim. Öyle bir tuhaflık, bir vicdan azabı sardı ki bedenimi. Otları yolduktan sonra sanki onun bir parçasını yolmuşum gibi geldi, saçını çekmiş, canını acıtmışım gibi. Daha fazla tutamadım kendimi; ilk gün kaybetmişim gibi kesik kesik konuşarak ağlamaya başladım. Otları yavaş yavaş temizlemeye başladım; canını tekrar acıtmaktan korkuyordum çünkü. Ama ağlamam hiç bitmedi; içim dışıma çıkıp dışım içime geçene kadar ağladım. Sonra çantamdan çiçeğin tohumlarını avucuma döküp 1.80 boyundaki mezarın en uç noktalarına kadar serptim çünkü bu çiçeklerin ömrü bir gün olduğu ve her gün biri solup diğerinin hangi renk açacağına dair iddiaya girdiğimiz için seviyorduk. Serptiğim tohumların biraz toprağın altında kalması için elimi hafif nemli toprağın üzerinde gezdirdim. Mezarın ortalarına geldiğimde durdum, parmaklarımı biraz daha toprağın derinine doğru gömdüm. Sadece elimin tersini görebiliyordum. Sanki elimi göğsüne koymuşum gibiydi, nefes alan toprak mıydı yoksa ben onun göğsünün inip kalktığını mı hissediyordum? Biraz daha derine insem ellerimiz değecek, ağız dolusu küfürle; beni buradan çıkarmak için neden üç sene bekledin diyecekti. Demedi.                          Demeliydi!
   Elimi topraktan çıkardığımda tırnak diplerime kadar "ona" bulanmıştı; avuç içim, parmak boğumlarım... Ellerimi birbirine vurarak ikisine de bulaştırdım bu toprağı ama bu sefer ekip biçtiğimin mutluluğunu görmek için değilde uzun bir süre ondan parçayı yürüdüğüm yollardan geçirmek içindi. Getirdiğim sudan yeterli miktarda toprağın üzerine döküp tohumlara hayat suyunu verdim. Neden bu su ona değil de tohumlara hayat veriyorsa. Lanet olası tohumlar!
   Çok sevdiği şeyi tamamladıktan sonra ellerimi ters bir şekilde dizlerime koyup hayatımda bilmesi gerekenleri anlattım; hala İstanbul'u sevmediğimi, hala yazdığımı, sinirli ya da aşırı üzgün olduğumda deli gibi koştuğumu gülerek söyledim. Çünkü bunu ona söylediğimde; deli gibi koşan bir zırdelisin derdi bana ağız dolusu gülümseyerek. Ben de onun gülümsemesini taklit ettim hıçkıra hıçkıra ağlarken. Sonra gözyaşlarımı silmeden tekrar gelme sözünü verdikten sonra kendimi yine ruhumu yönetenlere bırakıp evin yolunu tuttum. Belki de o gün bunları birine anlatsam, yazsam ya da biri ellerimi tutup da bulaşmış çamuru yıkasa ben ellerimi hala çamurlu hissetmeyip sürekli bakmayacaktım. Belki ellerimi yıkaması gereken oydu ve ben bu yüzden bir ömür boyu ellerimdeki görünmez nemli toprağa bakacaktım...