15 Nisan 2016 Cuma

Bir Sonbahar Yaprağı



     Ben bir Sonbahar yaprağıyım bugün; yazılması için epeyce geç kalınmış. Şu zamanlarda İlkbahar'ın sıcaklığına, yüzümüzü durduk yere gülümseten hallerine alışmışken ben biraz geçmişe gidip size bir yaprak olarak aslında ne kadar çaresiz ve bir o kadar da yalnız olduğumuzu anlatacağım...
     Bizim günlerle pek ilgimiz olmadığı için aylardan Kasım sonları ya da ortası diye bir tahminde bulunuyorum. İlk büyüyüp yeşillenmeye başladığımda etrafta kuş cıvıltıları eksik olmuyordu ama gece gelip de karanlığını üzerimize bıraktığında her ses kabuğuna çekiliyor etrafa sadece bazılarımızın çıkardığı hışırtılar hakim oluyordu. Bunu kendi başımıza da yapmıyorduk aslında... Bizden daha üstün rüzgar vardı, bazen bizim uyuyup uyumadığımızı ya da sonsuza dek böyle sessiz kalamayacağımızı irdelemek için hayali dudaklarına daire şeklini verip yine hayali ciğerlerinden gelen biraz toprak kokan esintisini üzerimize salıp diğer yapraklarla münakaşa etmemizi sağlıyordu... Gündüz vakti gelip Güneş'in ilk ışıkları almaya başladığımızda hepimizin dışarı vurmak isteyip ama yapamadığı sevinç bizim duyduğumuz bir gürültü ile yayılıyordu. Sağımızdan solumuzdan geçenlerin bazıları tempolu yürüyor bazıları ise sabahın sessizliğini kulaklarına dolduruyordu. Ben köşebaşında duran ağacın orta kademesinden bir yaprağım, ne koyu yeşil ne açık yeşilim... Gerçi geçmiş zaman kullanmam gerekiyordu bir önceki cümlemde. Bahar mevsiminde olup ilk yeşillenmeye başladığımız vakitler en tepede olmayı istemiştim ama sonrasında orta dallarda olmak kadar güzel bir şey yok diye hem tepedekileri hem de en alt dallardaki yapraklara nispet yapmıştım her gün... Çünkü en tepede olmak bir süre sonra can yakıcı olabiliyor ya da Güneş ile külahları bozuştunuz diyelim ama her sabah ona mecburen selam vermek zorunda oluyorsunuz. En kötü tarafı da sadece yeşilin en açık tonunu biliyorsunuz, sadece ona bürünebiliyorsunuz. En alt dallarda olmak da şöyle; baharın gelmesi ile beraber sokaklara dolan çocuklar birbirleriyle "kim daha yükseğe dikecek topu" yarışmasına girip vaktinizden önce dalınızdan düşmenize hatta daldaki tüm "daldaş"lar ile birlikte kaldırım taşlarının soğukluğu ile buluşursunuz ve sadece yeşilin koyu renginde olursunuz. Ben ise orta dallarda bulunan şanslı yapraklardan biriyim. Çocukların gülüşmelerini kendimi güvende hissederek akşam ezanına kadar onları izleyebiliyor hatta bazen attığı toplar hafifçe bana dokunduğunda sanki onlarla oynamış gibi hissediyorum kendimi. Burada bulunmanın en güzel yanı; ne açık yeşiller gibi parlıyorum ne de koyu yeşiller gibi buhranlıyım. İki ruh halinin ortasında dayanak görevindeydim.
  Şimdi aylardan Kasım çok laf edip de olduğum renkten gururlandığım zamanlar renk tonlarımızın eşitlenmesi ile son buldu. Hangi ruh halinde olduğumuzu söylemek gerekirse; hüzün. Hepimiz sonumuzun yavaş yavaş geldiğini tutunduğumuz dalın bize olan soğukluğundan, yorgun olup dallarını aşağıya sarkıtan ağacımızdan anlıyoruz. Birkaç yaprağın hüznü ağır bastı bugün, veda bile etmeden aylarca beraber yeşerttiğimiz bu ağaçtan ayrıldılar. Günler geçti bir kez aşağıya bakmadım, bakamadım. Belki de paramparça olmuşlardı milyon kere parçalanıp sağa sola savrulmuşlardı. Keşke daha önce diğerleriyle duygularımı paylaşabilme fırsatım olsaydı, keşke bir kere hışırtıya katılmak için güçlü bir bahanem olsaydı...
   Pişmanlıklarım ağır basıyor. Kimse ne zaman bu çokluktan ayrılıp yalnız kalacağını, ölümle buluşacağını bilmiyor.
...
Kasım sonu: orta dallardakiler en son gider diye böbürlendiğim için ilk benim gitmemi istemiş herkes. Hatta yetmemiş ağaçla iş birliğine girip sana bol gübre bol polen sözü veriyoruz demişler. Bunların hepsini aşağıya zikzaklar çizerek düştüğüm zaman duydum. Ahh ahh... Haklısınız, bana neden bunu yaptınız diye soramıyorum. Şimdi sizden son bir isteğim var. Biriniz yanıma gelin hayata tutunmaya başladığımız zamandan beri içimde tuttuğum düşünceleri paylaşayım, lütfen. Zamanım çok az... Belki bir dakika belki bir saat, yalvarırım. Ben bu soluk turuncu rengini hiç sevmedim belki birleşince ortaya daha güzel bir görüntü çıkarırız, etrafımızdan geçenler bizim fotoğrafımızı çeker de o karede ömür boyu yaşarız. Ne olur! Yaprakların da son istekleri yerine getirilmeli, kimse bunu akıl edemiyor mu?
   Bu sözleri dedikten üç gün sonra tam kalbime saplanmış ucu sivri bir sopa ile etrafımı buğulu görerek yerden kaldırılıp siyah bir poşete konuldum. Çok parçalanmış ve epeyce kurumuştum. Bir de bu eksilmiş parçalara ufak yuvarlak bir delik eklenmişti. Daha önce o sivri sopanın adını hiç duymamıştım ama bir adı olsa bile benim kafamda onun adı ; Ölüm Kapanı. Beni kapmıştı ve daha nicesini, hepimizi ölüme gönderen bir aracıydı bu yüzden ona en çok bu isim uyuyor. Şimdi ben yıpranmış yarım bir yaprağım, siyah bir poşetin içinde yok olmaya bırakılmış...

5 Nisan 2016 Salı

Bilinmezliğin Mesafesi

Bilmiyorum... Bilemiyorum...
Yorgunum demek için bile o kadar çok yorgunum ki... Ben bile tahmin edemiyorum ne denli bıkıp usandığımı bir şeylerden. Ruhum da bilmiyor... Ruhumu siktir et en başta tek bir hücrem böyle bir derecelendirmeye dair tahmin bile üretemiyor. Her zaman dediğim: cümle mi desem yoksa kelime mi bilmiyorum ama; boşluktayım. Ana rahminden koparıldığım andan itibaren başladı bu boşlukta sallanma hissi. Üstelik sürekli sallanıyor olmak kadar mide bulandırıcı bir şey yok dünya üzerinde, belki var da henüz keşfetmemize izin verilmedi ya da keşfedecek kişi henüz doğmaya tenezzül etmedi... Bu yorgunluk rüyalarıma öylesine nüfuz ediyor ki; tüm kontrolü elimde olması için gecelerimi harcadığım, okunmadık kitap bırakmadığım zamanları elinin tersi ile kenara itip, yakama iki eli ile sarılıyor ve beni tahtımdan şiddetle yere fırlatıp yerine büyük bir zevkle kendisi geçiyor. Bedenimi ele geçirdiği yetmezmiş gibi... Ukalâ! Ben sanki o zaman sadece bulunduğumuz yerin zeminine şiddetle çarpmıyorum da yorgunluğun yakama bıraktığı tonlarca ağırlıkla beraber omuriliğim, kaburgalarım kırıla kırıla bir alt kata ve bir alt kata daha derken Dünya'nın çekirdeğine yaklaşıyorum. Çekirdeğin yaydığı ısıyla ne tacım kalıyor başımda ne de elimde destek aldığım asa... Meğerse rüyalarımın imparatoruyum diye övündüğüm şey bu taç ve asadan ibaretmiş. Peki ya şimdi kimdim ben? Kırılmamış kemiği kalmayan bir beden? Kendisi ile konuşan bir deli? Yakın olmayı istediği kişilerle rüyasında onlara veda etmek için buluşan bir kişi, yok yok bir şey...
    Rüyamda veda ederken; yorgunum biraz dinleneceğim diyorum sanki uzun vadeli bir yokluk gibi bir tavır takınıyorum bu cümleyi kurarken, öyle olmayacaksa bile büründüğüm durumdan dolayı olaylar uzun vadeli yokluğa, sonsuz bir yokluğa dönüşüyor. Bazen erkenden ölüyorum dilime gelenleri söyleyecek birini bulamadan bazen de konuşamıyor oluyorum, sadece; işaret parmağımı dudaklarımızın arasındaki mesafede ağır ağır gezdirdikten sonra son derin nefesimi vereceğime son derin gözyaşlarımı bırakıyorum vücudumdan. Üstelik bu rüyalardan sonra sabah uyandığımda gözlerim yeni ağlamışçasına nemli oluyor ve kaburgalarım inanılmaz bir ağrı içinde oluyor. Bilinmeyen yerlere seyahatler çekiyor içim; iki dudak arasında olan...